
Kur’an-ı Kerim’de Bekke (Mekke), Yesrib, Mısır, Mescid-i Harâm, Mescid-i Aksâ, mukaddes vadi Tuvâ, Sînâ Dağı, Huneyn, Bedir, Medyen gibi önemli şehir ve mekânların adı geçmektedir. Bazı mekânların da açıkça adı geçmez, ancak bir takım kelimelerle kendilerine işaret edilir. Mesela “arz”, “beled”, “diyar”, “karye”, “mekân” vb. kelimeler kullanılarak, Mekke, Medine, Mısır, Tih Çölü, Harran, Şam bölgesi, Hz. Süleyman’ın rüzgârla gittiği yer, Kudüs gibi mekânlara işaret edilmiştir. Türkiyemiz sınırları içinde bulunan Antakya şehrine de “Ashâbü’l-karye” ifadesiyle işaret edildiği belirtilmektedir.
Acaba bu kadar çok şehir ve beldeye, ya açık bir şekilde veya zımnen işaret etmiş olan Kur’an, İstanbul’a da işaret etmiş olabilir mi? Öncelikle şunu belirtelim ki İstanbul, bugün olduğu gibi o zamanlar da çok önemli bir merkezdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber pek çok hadisinde, İstanbul’un eski adı “Kostantîniyye”den bahsederek bu şehrin önemine dikkat çekmiştir. Bilgisayar ortamında hadis kitapları arasında yaptığımız taramada, Kostantîniyye’nin 175 kez geçtiğini gördük. Bunların en meşhurlarından birinde Peygamberimiz (sav), İstanbul’u fethedecek asker ve komutanın yüceliğine işaret etmiş ve onları gıyaben övmüştür (Ahmed b. Hanbel, IV, 335).
İşte bu şekilde önemli bir merkez olan İstanbul’un Kur’an’da geçip geçmediğine baktığımızda, açık veya bir simgeyle işaret edilen mekânlar arasında onun yer almadığını görmekteyiz. Ancak bazı kişiler, Sebe sûresi 15. ayette geçen “beldetün tayyibetün” (güzel bir belde) ifadesinin İstanbul’a işaret ettiğini söylemişlerdir. Bunu da ebced adı verilen hesaptan hareketle tespit ettiklerini belirtmişlerdir. Söz konusu ayette geçen harfler ve sayısal değerleri aşağıdaki tabloda verilmiştir:
Görüldüğü gibi “beldetün tayyibetün”ü oluşturan harflerin sayısal değerlerini topladığımızda, karşımıza 857 rakamı çıkmaktadır. Bu ise hicri tarih olarak, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yıl olan miladi 1453’e tekabül etmektedir. Buna göre ayetteki “beldetün tayyibetün” ibaresi İstanbul’u göstermektedir.
Rivayete göre, Edirne’de Sultan II. Murad, huzurunda bulunan Hacı Bayrâm-ı Velî’ye (v. 833/1429), “Şu İstanbul’u fethetmeyi çok istiyorum; lakin bilmem nasip olur mu?” diye sorar. Hacı Bayrâm bir müddet sessiz kalır, tefekküre dalar. Sonra da sultana şu şekilde cevap verir: “Hayır sultanım, bunu ne sen görürsün, ne de ben!” Ardından ayağa kalkar, o zamanlar henüz dünyaya gelmiş bir bebek olan Fatih’i göstererek “Ama” der, “Şu beşikte yatan yiğit ile bizim köse (Akşemsettin) görse gerek.”
Hacı Bayrâm-ı Velî’nin bunu bir keşif olarak söylediği belirtilir. Bazı kaynaklarda ise onun ebced hesabını kullanarak İstanbul’un fethedileceği tarihi tesbit ettiği söylenir. Buna göre Hacı Bayrâm, yukarıda gösterildiği üzere, Sebe sûresi 15. ayette geçen “beldetün tayyibetün” ifadesinin ebced hesabına göre değerinin 857 olduğunu tespit eder; bununla İstanbul’a işaret edildiğini ve fethinin, bu ibarenin gösterdiği tarihte olacağını söyler. Gerçekten de onun dediği gibi olur. Sultan Murad, çok uğraşmasına ve çabalamasına rağmen İstanbul’u alamaz; ancak oğlu Sultan Mehmet, hicri 857 - miladi 1453 yılında, yani Hacı Bayrâm-ı Velî’nin daha önce belirttiği tarihte İstanbul’u fetheder.
Bazı kaynaklarda “beldetün tayyibetün” terkibindeki harflerin ebced hesabıyla değerini 857 olarak tespit edip, bunun İstanbul’un fethedileceği tarihi gösterdiğini söyleyen ilk kişinin Molla Câmî (v. 898/1492) olduğu belirtilmektedir. Sebe sûresi 15. ayetin tefsirinde Muhammed Hamdi Yazır “beldetün tayyibetün” ibaresinin, açık bir şekilde ve ilgili âlimlerin ittifakıyla İstanbul’un fethine işaret ettiğini belirttikten sonra, bunun “Molla Câmî merhumun bir hediyesi olmak üzere maruf” olduğunu söylemektedir.
Türk müfessirlerin tefsirlerine baktığımızda büyük bir kısmında bu konuya temas edilmediğini görmekteyiz. Nitekim Fatih’in ünlü hocalarından Molla Gürânî’nin (893/1488) yazmış olduğu Ğâyetü’l-Emânî adlı tefsirde böyle bir bilgi yoktur. Hüsameddin Ali el-Bitlisî’nin (v. 900/1495) Câmiu’t-Tenzîl ve’t-Te’vîl; ünlü Osmanlı şeyhülislamı Ebussuûd Efendi’nin (v. 982/1574) İrşâdü’l-Akli’s-Selîm; İsmail Hakkı Bursevîi’nin (v. 1138/1726) Rûhu’l-Beyân ve Fatih’ten sonra yaşamış daha başka Türk müfessirlerin tefsirlerinde de böyle bir bilgiye rastlamadık. Hatta “beldetün tayyibetün” terkibi üzerinde duran Bursevî, terkiple Bursa şehrinin kastedildiğini söylemektedir. Bununla birlikte Bağdatlı ünlü müfessir Mahmûd Âlûsî (v. 1270/1853) meşhur tefsiri Rûhu’l-Meânî’de, Sebe sûresi 15. âyeti tefsir ederken, “beldetün tayyibetün” terkibinin İstanbul’un fethini gösterdiğine işaret etmiştir.
Bazı âlimler de Müzzemmil sûresi 20. ayette geçen ve “diğerleri” anlamına gelen “âherûn” kelimesinin İstanbul’un fethedildiği tarihi gösterdiğini söylemişlerdir. Ayette “Diğerleri (âherûn) Allah yolunda çarpışacaklardır” denmektedir. İşte bu âyetle, İstanbul’a ve İstanbul’u fethedecek olanlara işaret edildiği belirtilmektedir:
Bunların toplamı da görüldüğü gibi İstanbul’un fetih tarihi olan hicri 857 yılını göstermektedir.
Ayrıca “innâ fetehnâ leke fethen mübînen” ve “le tüftehanne’l-Kostantîniyyetü” ibarelerindeki harflerin ebced hesabına göre değerlerinin toplamı, miladi 1453’ü gösterdiği, dolayısıyla bu iki ibarenin de İstanbul’a işaret ettiği iddia edilmiştir.
Bunların yanında Rûm sûresinin başında belirtilen hususa dikkat çekilerek, bunun da İstanbul’a işaretle irtibatı kurulabilir. Bilindiği gibi sûrenin başında Rumların mağlup oldukları, ancak yakın bir zamanda galip gelecekleri belirtilmektedir. Âyette Rumların önce kendilerine mağlup oldukları, ama sonradan yenecekleri toplum olarak Farısiler (İranlılar) murat edilmiştir. Bu sûrede, dönemin iki büyük devletinin arasındaki savaşa dikkat çekilmesinde ve bunların Müslümanların nazarında büyük gösterilmesinde, gizli bir şekilde buraların ileride Müslümanlara nasip kılınacağına dair bir işaret olduğu söylenebilir. Esasen Peygamberimiz de daha sonraları beyan ettiği bazı hadislerinde bu iki bölgenin Müslümanlara nasip kılınacağını belirtmiştir. Nitekim öyle de olmuştur; bir süre sonra, önce Fars Devleti, ardından da Rum (Bizans) İmparatorluğu Müslümanların eline geçmiştir. Rum devleti, o zamanki başkenti Konstantin (İstanbul) ile özdeş olduğuna göre, âyette “Rumlara, dolayısıyla da Rumların başkenti olan İstanbul’a dikkat çekilmektedir” denilebilir.
Ne var ki, bunların tümünde bir takım zorlamaların olduğu aşikârdır. Üzerinde ittifak edilen “beldetün tayyibetün” terkibinde bile bir zorlama görünmektedir. Zira terkipteki “ye” harfi şeddelidir ve iki harf olarak kabul edilmesi gerekir; oysa hesaplamada bir harf olarak kabul edilmiştir. Şayet “ye” iki harf olarak kabul edilirse 867 tarihi ortaya çıkar ki, bu da İstanbul’un fetih tarihi değildir. Gerçi bazı durumlarda şeddeli harfin tek harf olarak kabul edilebileceği belirtilmiştir; ancak bunun belli ve net bir kuralının olmaması, işi keyfiliğe dönüştürmektedir. Öte yandan “diğerleri” anlamına gelen “âherûn” kelimesinin İstanbul ile nasıl bir irtibatı var? Bunu anlamak zordur. Bununla beraber “harfleri tutuyor” diye böyle bir irtibat kurulmuştur. Fetih sûresinin ilk ayetiyle Peygamberimiz’in hadisindeki harfler de yine tamamen zorlama yöntemlerle İstanbul’un fetih tarihiyle irtibatlandırılmıştır.
Sonuç olarak Kur’an’da sarahaten İstanbul’a işaret edildiğini söylemek mümkün değildir. Zımnen işarete gelince, bu konuda farklı şeyler söylenebilir. Elverir ki bunlar, Kur’an’ın genel prensiplerine ve ruhuna aykırı olmasın.
Kur’an’da açıkça işaret edilmemiş olmakla beraber pek çok hadiste net olarak İstanbul’a işaret edilmiş ve önemine dikkat çekilmiştir. İstanbul eskiden olduğu gibi bugün de dünyanın en önemli kentlerinden biridir. Fethin 557. yılında Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul, Müslümanların eline geçtiği günden bu yana, İslam’ın da kültür ve medeniyet başkenti olmayı sürdürmektedir. İçinde bulundurduğu tarihi, dini eserler ve ilim âlemine sunduğu hizmetler bakımından dünyanın hiçbir şehrinin İstanbul ile boy ölçüşemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu açıdan o her zaman önemlidir ve her zaman önemli kalmaya devam edecektir. Bize düşen, Kur’an’da İstanbul’u aramaktan ziyade, İstanbul’da Kur’an’ın sınırlarını çizdiği hayat esasları çerçevesinde yaşayabilmektir.
İstanbul! İyi ki sen varsın; iyi ki fethedildin ve iyi ki kültürlerin başkentisin. Sende yaşamak en büyük saadettir; “gülenin şöyle dursun, ağlayanın bile bahtiyardır” senin.
Prof. Dr. Hidayet AYDAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder