Özal, Çiller ve Erdoğan
1984 Şemdinli ve Eruh ilçelerine terör saldırısı yapıldığında Özal, Başbakan idi. İlk tepkisi; “bu üç beş çapulcunun işi” şeklinde olmuştu. Bugün geriye dönüp bakıldığında, elde olmadan insan diyor ki; “bunlar üç eşkıya değilmiş”. Üç eşkıyanın o günkü elebaşı şimdi İmralı’da misafir statüsünde, Türkiye’ye yol haritası çiziyor…
Özal’ın dış politik yanlışları sonucu, 1991’e kadar peşmerge olan Barzaniler Özerk Kürdistan Yönetimi lideri yapıldılar. Öyle bir Kürdistan ki, kendini güney diye tanımlıyor, kuzeyi ise Doğu Anadolu’da gösteriliyor, yani Barzaniler Türkiye’yi tehdit eder bir konuma taşınıyor.
Özal’a terörle mücadele penceresinden bakıldığında ise, 1992 Ekim ayında örgütü yok olma sınırına taşıyan Eşref Bitlis’in aramızdan ayrılışı sonrası, PKK terör örgütü ile işbirliğine giden bir Özal görülüyor. Ve bu işbirliği, örgütü yeniden toparlıyor, silahlandırıyor, eğitiyor ve Türkiye’ye doğrudan saldırabilecek bir güce eriştiriyor.
Özal siyasetinin terörle mücadeleye olumsuz etkileri işte böyle görülüyor; silahlı bir PKK terör örgütü, otonom bir Barzani, terörün baskısıyla sinmiş ve etnik köken temelinde farklılaşmaya başlamış bir toplum, uluslararası bir Kürt sorunu, 100 milyar dolarlık bir ekonomik kayıp, teröre kurban edilen binlerce can ve yüzlerce şehit…
93’den 2002’ye erişen yıllar, PKK terör örgütüne karşı güvenlik güçlerinin yoğun bir mücadele dönemini tanımlar. Özal siyasetiyle güç kazanan terör, 92-93 Cizre, Nusaybin ve Şırnak olaylarıyla halkımızı isyana sürükleyebilecek bir boyuta ulaşır. Ele geçirilen teröristlerin sorguları bir başka bilinmeyeni de aydınlatır. Şöyle ki; bu örgütün Irak kuzeyindeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap kamplarında yıllardır yerleşik bir düzen içerisinde yaşadığı ortaya çıkar. Bu bölge Barzanilerin hakimiyet alanı içindedir. Bu demektir ki, teröre ev sahipliği yapan Barzani’dir.
Bu siyasetin yanlışlıkları Türkiye’ye ağır bir bedel ödetti. Bu bedeli de Genel Kurmay Başkanlığı şöyle açıkladı; “1992 yılında zayiatımız 496 şehit, 93 yılına baktığımız zaman 538 şehit, 1994 yılına baktığımız zaman 867 şehit. 1995 yılında 615 şehit, bin 342 yaralı, bin 957 zayiat var. Bu rakamlar gerçekten çok ürperticiydi.”
Ele geçen teröristlerden alınan ifadeler bir başka gerçeği de gözler önüne serer ve Ağrı Doğubeyazıt-İran Mako, Urumiye ve Hakurk arasında bir intikal güzergahı ortaya çıkarılır. Dönemin DEP, HEP kısaltmalarıyla bilinen ve örgütün siyasi kanadı durumundaki partiler aracılığıyla insanların kandırılarak bu güzergahtan dağa çıkarıldığı ve örgütün ana eleman kaynağını oluşturduğu öğrenilir. Bununla birlikte, terörün ve mücadele şiddetinin zirveye ulaştığı bu dönemde, dış desteklerin kesilmesi ve dağa çıkış sürecinin önlenmesi için bir tedbir alınmadığı da görülür, çünkü terör hala yaşamaktadır.
Bu süreç, Çiller döneminde yaşandı. Çiller siyaseti döneminde, şiddete karşı daha çok şiddet politikaları göçlere yol açtı, halk mağduriyete düşürüldü. Sorunları çözülmeyen bu mağdur halk, tüm mağduriyetleriyle Erdoğan dönemine devredildi. Özal’dan silahlı PKK’yı teslim alan Çiller, bu örgüte bu mağdur halk tabanını ekleyerek Erdoğan’a devretti.
Kasım 2002 genel seçimleriyle Türkiye yeni bir siyasetin akıntısına girer. 2003 Mart’ta yaşanan ABD-Irak savaşı ve bu savaşta izlenen Erdoğan siyasetiyle Türkiye, bu kez Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı bir Barzani’yle karşı karşıya kalır. Ve on yıl sonra, Kasım 2013’te, bu siyaset sahipleri, Diyarbakır’da bir araya gelerek birbirlerini kutlar.
Öte yanda, Çiller’in mağduriyete düşürdüğü yorgun halk, 2009’da, Habur olayı ile teröristlerle buluşturulur ve böylece, örgüte halk desteği sağlanır. Türkiye hala bu sürecin etkisi altındadır.
Erdoğan’ın damgasını vurduğu bu dönem siyaseti Türkiye’yi; güçlü ve bağımsız bir devlet olmasına bir adım kalmış bir Barzani, Barzani işgali altında bir Kerkük, parçalanmış bir Irak, siyasallaşmayı tamamlayıp legal hale gelmeye çalışan bir PKK, ayrılıkçı emellerini açık açık söyleyen bir BDP, ulusal çıkarlarımıza aykırı tüm bu gelişmelere yol açan ve bu siyaseti destekleyen bir ABD ve AB gerçeği ile karşı karşıya getirmiştir.
Bu trajik tabloya her üç döneme damgasını vurmuş Özal-Çiller-Erdoğan siyaset penceresinden bakıldığında; Özal dönemi için, örgütün önlenemeyen silahlı propagandası sonucu ayrılıkçı Kürt hareketinin tohumlarının ekilmiş ve sözde Kürt sorunun uluslararası siyasetin gündemine taşınmış olduğu söylenebilir. Çiller dönemi için, bir önceki dönemin yanlışları sonucu beklenmedik bir güçle ortaya çıkan terör örgütüne karşı yürütülen sert bir mücadele sonrası, etnik köken farklılıklarının toplumda temel bulmasına yol açmış olduğu itiraf edilebilir. ABD’nin BOP projesi yörüngesindeki Erdoğan dönemi için de, Kürdistan eksenindeki bu projenin tamamlanma aşamasına geldiği açık yüreklikle söylenebilir.
Bundan sonra bu siyasetin atacağı adımlar şöyle görülüyor; Anadolu’daki Türk kimliği ve varlığını yok etmek için Anayasa’nın 66. maddesinde kendine ruh bulan Türk kimliği tanımının kaldırılması… Etnik farklılıkların daha da derinleştirilmesi ve devletin kurucu ana unsuru olan Türk milletini ayrıştırmak için Kürtçe’nin eğitim ve öğretim dili yapılması… Yerel yönetimlere özerklik düzeyinde yetkiler verilerek merkezi yönetimin parçalanması… Devletle halk arasındaki son bağı koparmak için Korucu Teşkilatının kaldırılması… Vatan ile şehit arasındaki kutsal bağı yok etmek için, terör örgütünün sözde lider kadrosuna af çıkarılarak Gazi Paşa’nın meclisine alınması şeklinde sıralanıyor.
Bu siyasi yaklaşıma göre, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın kuruluş felsefesi elbette ki kağıt üzerinde değişmeyecektir; cumhuriyet laik demokratik bir hukuk devleti olarak, devlet ise ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak şimdilik kalmaya devam edecektir. Bununla birlikte, süreç böyle giderse eğer, birbirine farklılaşmış iki toplum, kederde ve kıvançta birbirinden kopmuş iki toplum, şehit kanlarıyla sulanmış vatan toprağına yabancılaşmış insanlar, iki farklı dil, iki farklı insan yapısının ortaya çıkışı kaçınılmaz olacaktır.
Türkiye’nin sahip olduğu iç ve dış dinamikler konusunda kimsenin kuşkusu yoktur, aksine sahip olduğu güçlerle çok kısa sürede sorunlarını çözebileceğine inanan bir toplum ve bu toplumda yerleşmiş yaygın bir inancın varlığı söz konusudur. Bu eşine az rastlanır bir güçtür. Şimdi mesele, bu gücü Türkiye için yönetebilecek kadroların iş başı yapmasına kalıyor…
Erdal Sarızeybek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder