30 Aralık 2013 Pazartesi

ANANI ÖPEN KADI İSE. ÜLKENİN DURUMU

Tayyip için özenle seçilmiş bir fıkra! mutlaka okuyun. Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş.... Demirel de soruyu yönelten kişiye: - "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel'in anlattığı fıkra şu: Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşi Kadı, fırıncıya: - 'Ben bunu aldım' demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş: - 'Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp: - 'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı'nın karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi, - 'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye şikáyet etmiş. Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş: - 'Ne yaptın bu adamın ördeğini?' Fırıncı - 'Uçtu' demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış: - 'Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil' diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş: - 'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla... Davacı: - 'Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı - 'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız. Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi Kadı: - 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.' Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye: - 'Senin şikáyetin nedir bre?' Yahudi bir süre düsündükten sonra ellerini açmış, - 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa Sen, e mi !' Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek, kıssadan hisse: - Ananı "öpen" kadı ise, kimi kime şikáyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?

MEZHEP BÖLÜCÜLÜĞÜNÜ AÇIK ETTİ

“Seninle aynı mezhepte olmaktan utanıyorum”

30 Aralık 2013 Pazartesi 13:55

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın mitinglerde Türkiye'ye mezhep üzerinden nifak tohumları ektiğini belirten CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, "Başbakan bu milleti bölmek ve ayrımcılık yapmak için mezhep üzerinden siyaset yapıyor. Seninle aynı mezhepte olmaktan utanıyorum" dedi.

“Seninle aynı mezhepte olmaktan utanıyorum”
ANKARA- Meclis'te basın toplantısı yapan İnce, gazetecilere yeni yıl için çikolata ikram etti. Çikolataların "Ayakkabı kutusundan çıkan paralar değil, helal para ile alındığını" belirten İnce, "yeni yılınızı helal çikolata ile kutluyorum" dedi. Toplantıda ilk olarak Türkiye'de yasama,yürütme ve yargı erkinin temsil ettiği 3 Y, artık RTE'ye döndüğünü ifade eden İnce, "Yeni yılda, ayakkabı kutularından dolarların çıkmadığı, camilerde miting yapılmadığı, bağırsakları temizlenmiş bir Türkiye diliyorum" dedi.

İstanbul merkezli operasyonun Türkiye'nin Cumhuriyet tarihinde karşılaştığı en büyük yolsuzluk olayı olduğunu vurgulayarak, "Polis, medya, savcılar ve mahkemeler suçlu, o ise haklı" diyerek şöyle devam etti:
"Öncelikle sormak lazım 'Sen ne iş yaparsın?' Sen boşuna kabadayılık yapıyormuşsun. Boşuna duruyor muşsun orada. Başbakan'ın işi ayakkabı kutularından çıkan dolarları aklamak değildir. Sana bu ülkenin anahtarını versek, yine çıkar meydanlara mağdur edebiyatı yaparsın. Sayın Başbakan, sandıkta yolsuzluğun hesabı verilmez. Sandıkta siyasi hesap verilir. Rüşvetin, yolsuzluğun hesabı sandıkta değil, yargıda verilir. Sen kimsin de meydanlarda savcılara posta koyuyorsun? İşini yapan savcıları infaz ediyorsun.

Başbakan'ın İçişleri memuru bir açıklama yapmış. 'Doların artışından kimler çıkar sağladıysa onlar bu işin arkasında' dedi. Sen Başbakanlık sitesine gir de oradan Başbakan'ın mal varlığına bak. Oradan anlarsın kimin karlı çıktığını görürsün. Ayakkabı kutularına bak görürsün. Bir de sürekli bizim genel başkanımız hakkında Rahşan Affı'nı dile getiriyor. Olayı saptırıyor. Genel Müdürlüğü döneminde bir müfettişe not veriyor, sayın Kılıçdaroğlu. Bu müfettişte yargıya gidiyor, 'bana eksik not verildi' diyerek. Genel başkanımız bu arada milletvekili seçiliyor ama gidip 'benim yargılanmam için dokunulmazlığımı kaldırın' diye başvuruyor. Ortada bir akçeli iş yok. Bunu gerekçe gösterip suçluyor."

"SENİNLE AYNI MEZHEPTE OLMAKTAN UTANIYORUM"
Başbakan Erdoğan'ın geçmişte "Yolsuzluk, babadan oğla geçer" sözünü hatırlatan İnce, "Bir korkun yoksa gönder oğlanı versin ifadesini. Niye korkuyorsun? Gönder Bilal'i. Sayın Başbakan İstiklal Savaşı verdiğini söylüyor. Seninki İstikbilal Savaşı" dedi. Başbakan Erdoğan'ın miting alanlarında mezhep ayrımcılığı yaptığı belirten İnce, "Başbakan miting alanlarına mezhep üzerinden ayrımcılık tohumları ekiyor. Seninle aynı mezhepte olmaktan utanıyorum" dedi.

Açıklamanın ardından soruları da yanıtlayan İnce, tutuklu milletvekilleriyle ilgili CHP'nin tavrının daha önce olduğu gibi aynı olduğunu ifade ederek, "Biz baştan ne dediysek aynısını söylüyoruz. Milletvekilinin yeri Meclistir. Getirsinler ne gerekiyorsa derhal yapalım" dedi. Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesine ilişkin bir soruya da cevap veren İnce, "Onlar tutuklu değil, tutsak. Derhal serbest bırakılmaları lazım" dedi.

ESKİ YARGI KİMİN ?



Varsayalım ki hepsini Cemaat yapıyor

NE diyoruz?

-“Bırak yargı soruştursun” diyoruz.
-“Temizsen, tek kör kuruş geçmediyse boğazından, alayı yalan ve iftiraysa... Aklanır, temizlenirsin” diyoruz.
-“Böylece yine yeni yeniden mağdur edebiyatı yapma imkânını da elde edersin” diyoruz.
-“Sonuçta bırak yüzde 50’yi, yüzde 70 alırsın” diyoruz.

*

Aldığımız karşılık hep şu oluyor:
“Biz bu yargıya nasıl güvenelim? Bunlar paralel devlet... Bunlar Cemaatçi... Bunlar bize iftira atıyorlar... Bunlar bize savaş açıyor... Bize yazık değil mi?”

*

Buna karşı söylenmesi gerekenleri söyledik:
-“İyi de kendinizden olmayanları bu yargının kollarına davul zurna çalarak teslim eden siz değil misiniz?” dedik.
-“Onlar insan evladı değil miydi?” dedik.
-“Onların anaları, babaları, bacıları yok muydu?” dedik.
-“Onların gözyaşları gözyaşından sayılmıyor mu?” dedik.
-“Onları beton duvarların altına bu yargı gömmedi mi?” dedik.
-“Onlara bunlar yapılırken siz ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz’ nutukları atmıyor muydunuz?” dedik.
-“Onlara yazık değil miydi?” dedik.
Hepsini söyledik.
Fakat “çıt” yok.
Bir türlü bu konuda seslerini çıkarmıyorlar.
Ya da çıkaramıyorlar.

*

Madem öyle...
O zaman biraz da başka bir şey söyleyelim:

*

-Varsayalım ki bu yargıya güvenmemekte haklısınız.
-Varsayalım ki yargı olmuş Cemaatçi.
-Varsayalım ki paralel devlet işbaşında.
-Varsayalım ki iftira atıyorlar ve atacaklar.
-Varsayalım ki gerçekten de böyle.

*

Ama ağalar, ama beyler...
Durun bir dakika!
-Siz İlker Başbuğ gibi sahipsiz değilsiniz ki... Bir günde sekiz miting yapıp Edirne’den Hakkâri’ye kadar tüm ülkeyi ayağa kaldırma imkânınız var.
-Siz telefonuna sehven yükleme yapılan o gariban teğmen gibi derdini anlatma imkânından yoksun değilsiniz ki... Konuşunca 18 ayrı kanalı otomatikman canlı yayına geçiren bir korkutuculuğunuz var.
-Siz “Ergenekon’un para kasası” ilan edilen ama sonra beş parasız hapiste can veren Kuddusi Okkır gibi arkasında dayısı olmayan biri değilsiniz ki... Maşallah arkanız pek sağlam.
-Siz Hanefi Avcı gibi bir başına kalmış değilsiniz ki... Kefenlerini giyip sokaklara fırlayan adamlarınız var.
-Siz Kürtler gibi yalnız değilsiniz ki... Elinizde her biri aynı manşeti atan sekiz gazeteniz, yüzlerce konuşan kafanız var.
-Siz Aziz Yıldırım gibi “kolay dokunabilir” değilsiniz ki... Size dokunanın nasıl yanacağını devletin en tepesinden günde en az sekiz kere haykırma imkânınız var.
-Siz Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi çevresi olmayan kişiler değilsiniz ki... İstediği zaman başsavcı ile görüşen adalet bakanınız var.
-Siz içeri tıkılan generaller gibi yetkisiz ve etkisiz değilsiniz ki... Beş günde 4 yüz polisi hallaç pamuğu gibi dağıtacak yetkiniz var.
Daha çok şeyiniz var.
Neyse... Uzatmayalım.

*

Yani demem o ki...
Böylesine devasa bir güce karşı yargı, istediği kadar art niyetli olsun, öyle kolayca “kumpas” kuramaz.
Kurmaya kalksa o yargıya mavi gökyüzünü dar edersiniz.
-Savcı bir bildiri dağıtıyorsa... Siz bin bildiri dağıtırsınız.
-Çantada para olmadığı halde var diyorlarsa... Adamı anasından doğduğuna pişman edersiniz.
-Ayakkabı kutusu falan yalansa... Bu yalanı atanları kutulayıp ta Fizan’a sürersiniz...
-Tape’lerinize “sehven” sokuşturma yaparlarsa... O sokuşturmayı, adamlara resmen yedirirsiniz.
-CD’lerinize yükleme yaparlarsa... Yükleme yapana yüklemenin kralını yaparsınız.
-Size bir katakulli falan çevirmeye kalkarlarsa... Feleklerini şaşırtırsınız feleklerini...
Kısacası...
“Yamuk” yapamazlar size...
Yapsalar bile o yamuğu tersine çevirecek devasa bir devlet gücü var elinizde.
Demir yumruğunuzu “güm” diye indirirsiniz tepelerine.
Dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirsiniz onlara.

*

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden...
Soruşturmadan kaçmak yerine “Gel aslanım, sor soruştur bizi... Kör bir kuruş yediysek ispatla... Açığa çıkar... Kanıtla...” diye haykırmanız gerekir.
Titizleneceğiniz ve üzerinde duracağınız tek şey, “soruşturmada yamuk yapılmaması” olmalıdır.
Soruşturmanın engellenmesi için harcadığınız enerjinin binde birini bile “soruşturmanın yamuksuz yapılması” için harcasanız...
Ergenekon’dan, Balyoz’dan, KCK’dan, şikeden, Odatv’den, Devrimci Karargâh’tan içeri tıkılan garibanların başına gelenlerin binde biri bile sizin başınıza gelmez.

*

Benim anlamadığım şu:
Bu telaş ne diye?

Ne yapmalı?

TUZ koktu.
Kurtuluş için, adalet için, temiz bir yargı için, hukuk devleti için, hukukun üstünlüğü için, kısacası topyekûn bir arınma için şu üç şeyin yapılması şart:

*

-BİR: Yolsuzluk soruşturmasının engellenmesine derhal son verilmeli, soruşturmanın devamı sağlanmalı.

*

-İKİ: Ne Cemaat’in, ne hükümetin ele geçirmediği, ele geçiremediği... Sadece ‘adalet’in ele geçirdiği... Herkese güven verecek yepyeni bir yargı sistemini kurmak adına tüm toplum harekete geçmeli.

*

-ÜÇ: Hükümet büyük pişmanlıklar, büyük tövbeler, büyük tazminatlar, büyük özürler, büyük günah çıkarmalar eşliğinde Ergenekon’dan Balyoz’a tüm davaların yeniden görülmesini sağlayacak adımlar atmalı.

Roboski bundan daha iyi anlatılamazdı

ŞÖYLE demiş Selahattin Demirtaş:
“Üç bakanın oğlunu gözaltına aldılar diye sekiz yüz polisi görevden aldılar... Burada 34 ana kuzusu öldürüldü, bir onbaşıyı bile görevden almadılar.”

*

Olay budur.
Söylenecek başka bir söz yoktur.

29 Aralık 2013 Pazar

İSLAMDA RÜŞVET



7 Aralık Rüşvet Operasyonu sonucu AKP’li bakanların oğulları cezaevine konuldu.

Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan ifadeye çağırıldı. Operasyon, Erdoğan ile Gülen arasındaki çatışmayı sertleştirdi. Birbirlerine “laf sokarken” ağızlarında sürekli “Allah” vardı. İslam tarihi rüşvetle nasıl tanıştı? İlk rüşvet niçin verildi? Rüşvet bedeli kaç altındı?..
Babil’in Hammurabi Kanunu‘ndan Mısır’ın “Anastasi Papirus”una;
Hint “Arthaçastra”dan Roma’nın “Oniki Levha Kanunu”na kadar ilk çağlardan beri rüşvet yazılı her hukukta yer aldı.
Tevrat‘ta da var İncil‘de de…
Fakat, İslam hukukunun ana kaynağı Kuran-ı Kerim’de yok!
Sebebi, Kur’an nazil olduğu dönemde devletin henüz kurulmamış olmasıydı.
Diğer yandan kimi yorumcular; haram yemek (yasak edilen) anlamına gelen “suht” kelimesini rüşvet anlamında sayıyor. “Onların çoğunu görürsün ki suç işlemekte, düşmanlık etmekte, haram yemekte birbirleriyle yarışa girerler. Yaptıkları şey ne de kötüdür.”
Buna karşı çıkanlar, “suht” kelimesinin geniş bir anlam içerdiğini ve içine rüşvet değil; İslami olarak yasak olan her şeyin girdiğini belirtiyor. Ayrıca kelime hiçbir dile “rüşvet” olarak çevrilmemişti.
Keza Arapça’da rüşvet kelimesi vardı; r-ş-v (rişvat) kökünden gelen “raşa”ydı. Anlamı “kuyulardan su çekmekte kullanılan urgan” idi. Sonraları, tıpkı kuyudan su çekmek için nasıl urgan gerekli ise, haram olanı yapmak için de gizli menfaat gerekiyor anlayışıyla rüşvet anlamında kullanıldı.
Abd-Allah’a hediye eleştirisi
İslam hukukunda ikinci hukuk kaynağı hadislerdir. Hz. Muhammed‘in rüşvetle ilgili şu sözü en bilinenidir:
-”Rüşvet verene de alana da ikisi arasında vasıta olanlara da Allah lanet etsin.” Rüşvet haramdı. Rüşvet alan hükümdar bile olsa durum değişmezdi.
Rüşvet konusundaki titizlik hediye almayı da yasakladı; hazineye verilmeyen hediye de haram sayıldı.
Hz. Muhammed’in Medine’ye yerleşmesinin ardından ilkel de olsa bir devlet düzenine geçildi. İslam’ın ilk vergisi sayılan zekatın toplanması için bazı kişilere (amil) görev verildi. Elde edilen gelirin bir bölümü toplayıcılara “ücret/maaş” olarak ödendi.
Hz. Muhammed, Müslümanlar arasında Abd-Allah (Abdullah) adında birini, Bani Salim kabilesinin zekatlarını toplamakla görevlendirdi. Abd-Allah işini bitirince topladıklarının bir bölümünü kendisi için alıkoydu ve bunların kendisine hediye edildiğini söyledi.
Hz. Muhammed hutbesinde bu olaya değindi. Adını vermeden, “sizlerden birisini bir tarafa memur olarak gönderiyorum. Getirdikleri şeyleri ‘bunlar sizin, şunlar ise bana hediyedir’ diye ayırıyor. Bu kimse evinde otursa idi, acaba bu hediyeler ona gelecek miydi” diye konuştu.
İlk rüşvet: 2 altın
İlk İslam yöneticileri hediye kabul etmedi. Hz. Ebubekir, memurların da aldıkları tüm hediyeleri hazineye (Bayt al-mal) vermesini emretti.
Hz. Ömer, İran, Irak, Suriye’yi fethederek İslam devletini imparatorluk haline dönüştürdü. Devletin belli başlı siyasi kurumları bu dönemde şekillendi. İlk memurlar tayin edildi ve bunlara maaş verilmeye başlandı.
İslam’ın ikinci halifesi de rüşvete çok karşıydı; pek büyük haram saydı: “Haram’ın iki kapısı vardır; birisi rüşvet kapısıdır, diğeri de zina yapan kadınların aldığı paradır.”
Hz. Osman ilk dört halife içinde hediye almayı seven tek kişiydi. İslam’da rüşvet de bu dönemde ortaya çıktı. Söylentiye göre komutan Halid bin Velid, Hz. Osman’ın huzuruna gelmek için kapıcıya (bavvab) iki altın vermişti.
Hz. Ali hiç kimseden hediye kabul etmedi. Haberi olmadan verilen her şeyi hazineye bıraktırdı ve memurların da öyle yapmasını emretti. Bunu yapmayanları “hıyanet” ile itham etti.
Kimlere rüşvet verildi
İslam Devleti’ne son verip Arap Devleti kuran Emeviler’in bu kuruluşunun temelinde rüşvet olması şaşırtıcı değil.
Bunun mucidi Muaviye bin Ebu Süfyan…
Daha devleti kurmadan evvel İslam tarihinde ilk politik amaçlı rüşveti verdi. Böylece Hz. Ali‘nin yanındaki kimi önemli kişilerin saf değiştirmesine neden oldu. Amr bin al’Asın bunlardan biriydi.
Tesadüf değildir ama konumuz değil:
Babası Ebu Süfyan, Hz. Muhammed’e karşı savaştı.
Oğlu Muaviye ise Hz. Ali’ye karşı savaştı.
Baba oğul ikili, Mekke fethedildiği gün Müslüman oldu.
Babasından ne öğrendi ise Muaviye, oğlu Yezid’e de onu öğretti.
Babasından tek farkı rüşvetçiliğiydi. Oğlu Yezid’e devlet yönetiminde rüşvete başvurmaktan kaçınmamasını ögütledi.
Yezid bu öğüdü hiç unutmadı. Örneğin; Kerbela faciasının büyük isyana dönüşmemesi için, öldürdüklerinin Medine’deki yakınlarına rüşvetler yolladı. Fakat yine de bu rüşvetler/hediyeler
Emeviler’in Medine’den kovulmasına engel olmadı.
Peki…
Ancak devletin selametini tehlikeye düşürecek rüşvetin
79 değnek vurmak!
Ancak devletin selametini tehlikeye düşürecek rüşvetin cezası idamdı.
Osmanlı’nın ‘Reza Zarrab’ı: Lübnanlı Selim Melhame
Selim Melhame (?-1937)…
Beyrutlu Maruni bir sarrafın oğluydu.
Altın işini küçük yaşta kuyumcu babasından öğrendi.
Sonra genç yaşta İstanbul’a geldi. Kapalıçarşı‘da çıraklık yaptı. Çok becerikliydi. Girişkendi. Nasıl yükseleceğini gördü. Ve II. Abdülhamid’in “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”na girdi.
Fakat aklı para kazanmaktaydı. Babıali’de rüşvetler dağıtarak ülkenin en önemli maden yataklarını denetimi altına aldı.
Sonunda bu becerikliliğiyle, 1893’te Orman ve Maadin (Maden) Nazırlığı’na getirildi. Üstelik tam 15 yıl bakanlık yaptı.
Müdürü de Bedros Kuyumciyan‘dı.
Madenleri işletmek üzere yabancılara imtiyaz verilmesine imkan sağlayan 1861 tarihli Maadin Nizamnâmesi‘ne dayanarak; rüşvet karşılığı yabancı şirketlere ayrıcalıklar tanıdı.
Selim Melhame‘den önceki 32 yılda yüze yakın imtiyaz verilmiş iken onun bakanlığı döneminde üç katı imtiyaz verildi.
Bu işlerden aldığı rüşvet tutarının 30 milyon frank olduğu yazıldı.
Bir de kardeşi vardı…
Necip Melhame (1856-1927).
Ağabeyinin izinden o da Beyrut’tan İstanbul’a geldi.
Önce Maliye Nazırlığı’nda görev yaptı. Sonra 1880’de, ağabeyinin girişimleriyle, tabii ki dağıttığı rüşvetlerle II. Abdülhamid’in “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”nın başına “serhafiye” yapıldı. Üstelik vezirlik unvanı aldı.
II. Meşrutiyet’ten sonra Nafia Nezareti Müsteşarlığı’na getirildi. Tam yerine atanmıştı; imar işlerinden çok rüşvetten iyi anlıyordu!
Fakat…
II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesinin ardından çıkan belgelerde hem istihbaratın başında olması hem de rüşvet yediği ortaya çıktı. Bulgar Kilisesi‘nin açılması için bile rüşvet almıştı.
Sonuçta…
Selim ve Necip Melhame kardeşlerin foyası ortaya çıktı. Apar topar yurtdışına kaçmak istediler.
Yakalandılar. Yanlarında 63 bin altın lira vardı.
En iyi bildikleri şeyi yaptılar; rüşvet verip kurtuldular. Avrupa’ya 15 milyon frank kaçırdıkları söylendi.
Evdeki kasadan 4 milyon frank çıktı
II. Meşrutiyet’ten sonra rüşvetçi nazırların evlerine baskın yapıldı.
Bunlardan biri Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa (1842-1923) idi.
Köşkünde yapılan aramada kasa bulundu.
Kasa açılınca şunlar çıktı: Değişik kişiler adına Credit Lyonnais, Osmanlı Bankası ve Midilli Bankası tarafından düzenlenmiş 200 bin liralık 12 çek; bin kusur altın lira; çeşitli şirketlere ait hisse senetleri; gayrimenkul tapuları ve 70 bin lira değerinde mücevherat.
Kasada bulunanların değeri 4 milyon franktan fazlaydı. Ve şaşırtıcı olan bu kadar parayı çok kısa zamanda yapmasıydı. Çünkü Paşa sadece 9 ay nazırlık görevinde bulundu. Aralık 1907’de göreve gelmişti; kasadan paralar mücevherler, çekler, hisse senetleri çıkınca Temmuz 1908’de görevden alındı.
Osmanlı’da baba oğul rüşvetçiler: Çandarlılar
Rüşvet, dilimize Arapça’dan geldi.
Türkler Müslüman olduktan sonra bu kelimeyi benimsedi. Ancak İslam’dan önce Türkler’in rüşvet kavramını tanıdığına dair güçlü işaretler var. Örneğin:
1072-1074 yılları arasında yazılan Türkçe’nin bilinen en eski sözlüğü Divanü Lugat-it-Türk eserinde Kaşgarlı Mahmud, “orunç” kelimesinin rüşvet anlamına geldiğini belirtiyor.
Modern anlamdaki ilk geniş kapsamlı Türkçe sözlük Kamus-ı Türki (1901) yazarı Şemseddin Sami‘ye göre rüşvet, “Bir memura haksız bir iş gördürmek için verilen ücret ve hediyedir.”
Osmanlı’da rüşvete iyi gözle bakılmadı.
Ancak ilk rüşvet de Orhan Gazi döneminde, daha devletin temelleri atılırken gerçekleşti.
Rüşvet alan kişi Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa (?- 1387) idi.
Askeri örgütün ilk adımı sayılan yaya sınıfını (Yeniçeri Ocağı) kurarken rüşvet aldığı söylenir. “Söylenir” diyoruz çünkü rüşvetin belgesi yoktu.
Çandarlı ile ilgili bir söylentiyi de Aşıkpaşazade (1400-1484) ünlü eseri Tevarih-i Al-i Osmani’de yazdı:
II. Murad her yıl kutsal şehirlere para yollardı. Bir yıl hazinede sıkıntı olduğu için veziri Çandarlı Kara Halil Paşa’dan ödünç para istedi. Fakat padişah, Halil Paşa’ya “sakın rişvet filörisin verme” demişti!
Demek paradan anlıyordu ki, Osmanlı’nın ilk mali teşkilatını kurdu.
Demek akçeli işlerden anlıyordu ki, Osmanlı’da en uzun dönem, 22 yıl 4 ay sadrazamlık yapma rekoruna sahip oldu.
Çandarlı Kara Halil Paşa ölünce koltuğuna oğlu Çandarlı Ali Paşa (?- 1406) oturdu. O da toplamda 20 yıl 8 ay sadrazamlık yaptı.
Bu uzun dönemde rüşvet almadı mı? Bizanslılardan rüşvet alarak Yıldırım Beyazıd’ı İstanbul kuşatmasını kaldırmaya ikna ettiği tarih kitaplarında geçer!
Diğer yanda, Yıldırım Beyazıd‘ı etkileyip, kadılara baktıkları davalardan muayyen bir ücret tahsis edilerek rüşvet almalarını önlediği de tarih kitaplarında geçer.
Babası gibi Osmanlı’ya borç vermedi ama serveti, padişah ailesine eşdeğerdi. “Rüşvetçi” dense de kimi tarihçiler yine de, “alim; iyi komutan; güçlü devlet adamı; akıllı diplomat” diye över. Eleştirilmesinin bir sebebi de, dünya zevklerine düşkün olup Yıldırım Beyazıd’ı içkiye alıştırmasıydı!
Sadrazam’ın rüşvet defteri
Rüşvet “Muhteşem Yüzyıl” döneminde devlet yönetiminin zorunlu bir parçası haline getirildi.
Gazi Giray şöyle yazdı: “Ehl-i İslam illerin küffar garet eyledi/ Ey hüda na-teresler siz rüşvet alın oturun.”
Sadrazam Damat Rüstem Paşa rüşvetçiliğiyle meşhurdu. Öldüğünde mal varlığı şöyleydi: 1700 köle, 2900 savaş atı, 106 deve, 700 bin altın, 5 bin kaftan/elbise, 600 gümüş eyer, 500 altın eyer, 1100 üsküf/yeniçeri sarığı, 130 çift altın üzengi, 1500 gümüş at başlığı vs.vs.
Osmanlı’da rüşvetin cezası yoktu herhalde gibi bir sonuç çıkarmayınız. İdamlıktı.
Örnek vereyim: Sadrazam Hadım Hasan Paşa’nın bir rüşvet defteri vardı; aldıklarını kaydediyordu. Defter III. Mehmet’in hocası Saadeddin Efendi’nin eline geçince/yani sızdırılınca 1598’de Hadım Hasan Paşa idam edildi.
5 yıl sonra da bir başka Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa da aynı suçtan idam edildi. Silahtar Bıyıklı Ali Efendi de rüşvetten idam edilen sadrazamlardandı.
Rüşvet suçundan idam edilen padişah bile oldu: Sultan İbrahim!
Suçu şuydu: “Devlet hizmetlerini rüşvetle ehliyetsizlere vermek.”
Genelde Osmanlı padişahları rüşvet karşısında şiddetli tepki gösterdi.
Fakat III. Murat gibi rüşvet alan padişahlar da vardı.
Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın Abdülaziz’e yat hediye etmesini nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Oysa…
Tanzimat’tan sonra rüşvetle mücadele için devlet adamlarının yemin metnine rüşvet konuldu. 11 Aralık 1849’da Sultan Abdülmecid başta olmak üzere tüm yöneticiler Kuran-ı Kerim’e el basarak şu yemini etti: “(…) ve her ne nasıl nam ve te’vil ile olursa olsun rüşvet almayacağıma (…) hediye kabul etmeyeceğime…”
Fakat…
Yine de rüşvet yenmeye devam edildi.
Öyle ki; Paris Elçisi Halet Efendi, Napolyon’dan rüşvet aldı!
Yanlış anlaşılmak istemem;
tüm Osmanlı devlet adamları tabii ki rüşvetçi değildi;
konumuz rüşvet olduğu için bu tür yöneticileri yazdım…

KÖK TENGRİ nin çocukları

NAMAZI KULLANANLAR

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10151791247962046&set=a.10151791247672046.1073741830.155998417045&type=1&theater

28 Aralık 2013 Cumartesi

ORDUYA KUMPAS ! İTİRAF EDİLDİ

Başbakan'ın Baş Danışmanı Yalçın Akdoğan F tipi çeteyi "kendi milli ordusuna kumpas kurmakla" suçladı. Demiştik. Adam satmaca günlerinden adam asmaca günlerine geçildiğinde göreceğiz sizleri diye... Akdoğan savunma yapayım derken, bile bile bir kumpasa göz yumarak suç işlediklerini itiraf etmiş oluyor. AKP+F-CİA Türk Ordusu ve milli güçlere operasyon yapmıştır. Bu operasyon neticesinde Ege Yunan'a, Akdeniz Rum+İsrail+Küresel şirketlere teslim edilmiştir. Güneydoğu PKK'ya bırakılmış, Türk Devleti Misak-ı Milli sınırlarından geri çekilmek zorunda bırakılmıştır. Yabancı bir devlet ile işbirliği yapılarak kurulan bu kumpasın içinde olan sivil, asker, Köşk sakini... Hepsi vatana ihanetten yargılanmalıdır!!. Ayrıca sorumlu olanların mallarına el konmalıdır. Gelelim CİA HUKUKNA SAYGILI OLAN PAŞALARA... 2010 yılında bu konuda yazdığım bir yazıyı tekrar ilginize sunuyorum: PAŞALARIN SAYGILI OLDUĞU HUKUK Her tutuklamanın arkasından ne diyordu çok yıldızlı Paşalar? “Hukuka saygılıyız(!)..” Hanefi Avcı saygılı oldukları hukukun kapağını bir açtı, içinden CİA güdümlü cemaat çıktı. Yani CİA çıktı. Bu durumda Paşalar CİA’nın hem orduya, hem de Türkiye Cumhuriyeti Devletine operasyon yapmasına saygı göstermiş olmuyorlar mı? Hanefi Avcı’nın bildiğini paşalar bilmiyor mu? Eğer bilmiyorlarsa bu ülkeyi nasıl koruyacaklar ve biz koca bir orduyu niye besliyoruz? Yok eğer bilip susmuşlarsa CİA’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne operasyon yapmasına seyirci kalarak suç işlemiş olmuyorlar mı? Daha da acıtıcı olan, Atatürkçü subaylarımızı CİA hukukuna bilerek mi verdiler? Efsane komutan Engin Alan’ın eşinin “ordu asıl bize darbe yaptı” demesi bu gerçeği mi ifade ediyor. Evet, artık CİA hukukuna saygılı olanlar bu soruları cevaplamak zorundadır. Fetullah Gülen’in “mümkün olsa da mezardakileri çıkartıp oy kullandırabilseniz” feryadının sebebi bu kitapla iyice açığa çıktı. Dışarıda gladyo arayanların, gladyonun hükümetin tam da göbeğinde olduğu bu kitapla açığa çıkıyor. Yeri gelmişken kimsenin yazmadığı bir konuyu hatırlatacağım. G.Kurmay 2’nci Başkanı Aslan Güner, Gül’ü 19 Eylül 2007’de KKTC gezisi dönüşü karşılamış ancak Hayrünnisa Hanım’ın elini sıkmamak için protokolü terk etmişti. Oysa aynı Aslan Güner çuvalcı general Odierno’nun davet edildiği toplantıya katılmıştı. Ben de bu toplantı üzerine “ineğin yalakası kasabın bıçağını yalar” diyerek bir yazı yazdım. Yazıda; “ABD'nin Ankara Büyükelçisi James F. Jeffrey ile birlikte toplantıya Türkiye'nin Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Aslan Güner, Genelkurmay Harekat Başkanı Tümgeneral Erdal Öztürk, Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal ve MİT Müsteşarı Emre Taner katılmış. Bu hükümetin durumu ortada da; ya asker? Bakıyoruz toplantıya Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Aslan Güner, Genelkurmay Harekat Başkanı Tümgeneral Erdal Öztürk de katılmış. Ben Genel Kurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ’a soruyorum: Orduya psikolojik harp var dediniz. Sabrımız zorlanıyor dediniz. Albayınız, gaziniz intihar etti, “hukuk” a saygılıyız dediniz. Psikolojik harp yapanlar ile bugüne kadar bir mücadeleniz oldu mu, soruşturma açılmasını istediniz mi bilmiyorum ama, asker ‘şamar oğlanına’ döndürüldü, duyarlı vatandaş içi yanarak bekledi. Hadi bunların hepsi, yerli işbirlikçiler aracılığı ile olsa bile kendi ülkemizde oldu diyelim… Sayın Genelkurmay Başkanı, nasıl oluyor da, Atatük’ün kurduğu bir ordunun mensubu, bir çuvalcı generalin toplantısına katılıyor?” diye sormuştum. Hayrünnisa Gül 15 yaşında evlendirilmiş bir kadın. Başı örtülü diye onun elini sıkmayacaksın ama ABD ile 9 maddelik gizli anlaşma yapan Abdullah Gül’ü karşılayacaksın. O gizli anlaşma içinde Federasyon ve Ermeni sözde soykırımının tanınması da var. Şimdi hangisi daha tehlikeli? Hayrünnisa Hanım mı yoksa devlet gücünü elinde bulundurup ülkemiz üzerinde emeli olan ABD ile gizli anlaşmalar yapan zat mı? O örtü mü daha tehlikeli yoksa Çanakkale’de batırdığımız savaş gemisi ile aynı adı taşıyan savaş gemisiyle simgesel mesaj göndererek Türk Bayrağı asmadan Marmara’ya giren Kraliçenin gemisine giderek Kraliçenin nal gibi nişan taktığı Gül mü? Türk Ordusunun başına çuval geçirenlerle toplantıya katılıp sıradan yetkisiz bir kadının elini sıkmazsanız, bu halkı Tayyiplerin kucağına atarsınız, attınız da. Başörtüsü ile uğraşıp bazılarına mağduriyet imkanı vererek yandan destek olacağınıza bu hükümetin BOP projesinde görev almasını” ki yabancı bir devletin görevlisi olmak suçtur” bu halka anlatsaydınız, biz bu beladan çoktan kurtulmuş olacaktık. Ülkemiz de bölünmenin eşiğine gelmeyecekti. İlk okul mezunu bir Fetullah ülke yargısı ve emniyetini, yani bağışıklık sistemi ile vicdan sistemini teslim alacak, sisler seyredeceksiniz öyle mi? Paşalar…. Bu ülkenin bütün erkek çocukları ordunun elinden geçiyor. Sizlerin hiç mi bir öngörünüz yok? Bu çocuklara düzenli birifingler vererek yakın cumhuriyet tarihi ile ilgili bilgileri, kurtuluş savaşında cemaat ve tarikatların büyük çoğunluğunun İngiliz, Yunan ile işbirliği yaptığını anlatsaydınız… Dinsiz diye anlatıp halktan koparılan Atatürk’ün o tarikat ve cemaatleri dindar oldukları için değil, dini kullandıkları için yargıladığını, tekkeleri dindar oldukları için değil, ihanet ettikleri için kapattığını anlatsaydınız bugün ülkenin çehresi değişirdi. Sizler bu halkın çocuklarısınız, beyaz Türklerin çocukları değil. Halkın yumuşak karnını en iyi sizlerin bilmesi gerekir değil mi? Sizlerin ilkokul mezunu Fetullah Gülen kadar bile bir hedefiniz yoksa, CİA yargısı ve Fetullah Gülen’e bu ülkenin vatansever çocuklarını teslim ettiyseniz, bu millet sadece bu komploları düzenleyenlere değil, seyirci kalanlara da hesap soracaktır!.. Tutuklu Kurmay Plt. Teğmen Mehmet Ali Çelebi savunmasında; “Mustafa Kemal'den, onun devrimlerinden millet olarak şahsi çıkarlarımız adına ödün vere vere Hasdal, Silivri zindanlarına çekildik. Bizi ihanete uğrayan Atatürk devrimleri buralara attı. Hakikatin ağırlığını yüklenemeyen geçim kapısı vatanseverliği de burada tutuyor.” Diyordu. Gene savunmasına “Kürsüye ulaşabilmem 2 senemi çaldı. Yüreğimdeki yurt sevgisi, askerlik gurur ve şerefimle bir de 26 yaşımla oraya yürüyecek ve savunma vereceğim. Kanun gücüyle askere diz çöktürmeye çalışanlara, Bu devlet, bu millet için peşinen ölüm tercihi yapmış Türk subayını iki senede iki büklüm yapabileceğini zanneden sığ zihniyetlilere, Tarihin şanlı sayfalarına layık Mustafa Kemal adını terör sayfalarında lekelemek isteyenlere söyleyeceklerim var! ISLAH OLMADIM!” Bu savunma bile vicdanlarınızı sızlatmadıysa, sizlere daha ne söylenebilir? Teğmenimiz emekli bir babanın emekli maaşıyla okuttuğu 2 evladından biridir. Esir edildiği süreçte maaşının yarısını almaktadır. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)’ın neden satıldığı bu süreçte daha iyi anlaşılmıştır. AB görevlilerinin sürekli “Ordunun bankası olmaz, özelleştin” diye baskı yapmasının bir projenin ön hazırlığı olduğu ortaya çıkıyor. OYAK’ın satışıyla Şerefli Türk Subaylarının esir edilme sürecinde madden de desteksiz kalması sağlandı. Zaten Ordu OYAK’ın satışına sesini çıkartmayarak ilk sarı öküzü vermişti. İçişleri Bakanı Meğer Fetullah Gülenmiş… Hanefi Avcı kitabında binlerce insanın aynı şekilde dinlendiğini, hâkimlere, savcılara bu kayıtlarla şantaj yapıldığını, anlatıyor. Anayasa Mahkemesi Ve Türk’ün Ateşle İmtihanı,yazımda (AKP’nin küresel güçler için hazırladığı anayasa değişikliğine yapılan itiraz Anayasa Mahkemesince AKP’yi memnun edecek şekilde geçti. Anayasa Mahkemesi garip bir şekilde kendi ipini de çekmiş oldu. Yani, intihar etti. Bu konuda kimsenin dillendirmediği veya dillendiremediği bir şüphem var. Şöyle ki: Bu ülkede herkes dinleniyor mu? Dinleniyor. Bu ülkede şantaj amaçlı bilgi toplanıp kendilerine pürüz olabilecek kişilerin CD’leri depolandı mı? Depolandı? Bu ülkeye Başbakan olan Zat, kızdığı kişilere “biz de bildiklerimizi söylersek” diye şantaj yaptı mı? Yaptı… Gelecek yıllarda Anayasa Mahkemesi üyelerinden bazıları ile de böyle ikna edici görüşmelerin olup olmadığı ortaya çıkacaktır!) demiştim. Avcı kitabıyla yanılmadığımı açıklamış oldu. Bu durumda yargı kararları da artık şaibe altındadır Avcı kitabında; “Şunu artık bilmeliyiz ki karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tâbi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz.” diyor. Demek ki İçişleri Bakanı bakanlığını Gülen ile paylaşıyor. Savcılar şantajla susturulma şaibesinden kurtulmak istiyorsa, Cumhuriyetin Savcılarıyız diyorsa hukuku işletmeli, örtülü ödeneği CEMAATİN kullanımına verdiği iddia edilen Erdoğan ve görevini cemaat ile paylaştığı iddia edilen önceki ve şimdiki İçişleri Bakanı hakkında dava açmalıdır. Son söz olarak da çok yıldızlı paşalara bir sözümüz daha var: Hanefi Avcı bu pisliğin üzerinde görev yapmaya devam edemeyerek sonunda tek başına bu sahte, kokuşmuş düzenin, CİA ve CİA’nın maşalarının karşısına çıkıp bütün yalanlarını yüzlerine çarpmıştır. Gerçek adına kişisel istikbalinden vaz geçmiş, ailesini de görevine feda etmiştir. Yıldızlı Paşaların bir Hanefi Avcı Olmak için daha kaç yıldıza ihtiyacı var acaba??.. 25.Ağustos.2010 Zahide UÇAR

TSM TOP 100

http://www.sanatkolik.com/cms5/index.php

AK KEDİLER YEDİLER

                                AK KEDİLER YEDİLER
Din iman inanç softası
Allah’ ın yokmudur sopası
Hoşgörü feto dediler
Ak kediler yediler

Süslümandır yobazı
Ilımlı İslam yaftası
Harama helal dediler
Ak kediler yediler

Cuma siyaseti bunlarda
Yolsuzluk duble yolarda
Vatan toprak bizim dediler
Ak kediler yediler

Nasıl bir sürü güdüsü
11 sene dünü bugünü
Yetim malı deniz dediler
Ak kediler yediler

Yargı medya el attılar
Barış süreç deyip sattılar
Din iman bir mintan dediler
Ak kediler yediler
Seçim her şey mübah dediler
Libya esad mursii idiler
Demoqrasi tramvay dediler

Ak kediler yediler

27 Aralık 2013 Cuma

GÜLLÜCE VİKİPEDİ

Topbaş, yeni Çevre Bakanını görevden azletmişti

27 Aralık 2013 Cuma 11:09

Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak atanan İdris Güllüce'nin elinden, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın çekeceği var. Topbaş, bir dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanvekili olan Güllüce’yi, bazı uygulamaları nedeniyle görevden azletmişti.

Topbaş, yeni Çevre Bakanını görevden azletmişti
HABER MERKEZİ (Mehmet Demirkaya)- Yapılan yasal düzenlemeler ile İstanbul’un imarına adeta el koyan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın, yeni patron İdris Güllüce ile neler yapacağı kelimenin tam anlamıyla merak konusu oldu.

GÜLLÜCE, 'FİİLİ BAŞKAN'
İdris Güllüce, 2004 belediye seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday adayı olmuştu. Son ana kadar Kadir Topbaş ile çekişen Güllüce kaybetmiş, Topbaş aday gösterilmişti.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni Topbaş ve Güllüce’nin birlikte yöneteceği, bunun için Güllüce’nin meclis üyesi seçtirileceği ve Topbaş’ın yardımcısı olacağı iddiaları ortaya atılmıştı. İddia edildiği gibi de olmuştu, Güllüce İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis üyesi seçilmişti. Büyükşehir Belediye yasasına göre, 'Belediye Başkan Yardımcılığı' görevi olmadığı için, Güllüce için 'Belediye Başkanvekili' unvanı makam haline getirildi.

Ancak Belediyedeki iki başlılık özellikle belediye bürokrasisi üzerinde ciddi sıkıntılar yaratmış, Güllüce için 'fiili başkan', Topbaş için 'resmi başkan' şeklindeki ifadeler belediye kulislerinde yaygınlık kazanmıştı.

3. KÖPRÜ İPLERİ KOPARDI
Belediye Başkanı Topbaş’ın yurtdışında olduğu bir sırada, Güllüce’nin Göztepe Parkı’na cami yapılması ve 3. Boğaz Köprüsü ile ilgili Belediye Meclisi kararlarını onaylamasının ipleri kopardığı iddia edilmişti. Bu olayın ardından Topbaş, 8 Kasım 2005 tarihinde Güllüce’nin 'Belediye Başkanvekili' unvanını kaldırdı. Güllüce, fiili olarak yürüttüğü iddia edilen belediye başkanlığı ortaklığını 18 ay sürdürebilmişti. O dönemde Topbaş, basına yansıyan açıklamasında, “Artık tüm dosyalar benden geçecek. Yeni bir sayfa açıyoruz” demişti.

Güllüce’nin makam odasının kapısındaki “Belediye Başkanvekili” yazılı tabelası indirilmiş yerine, 'Büyükşehir Belediye Meclisi 1. Başkanvekili' tabelası asılmıştı.

İstanbul’un patronu olmayı elinden kaçıran İdris Güllüce şimdi, imarla ilgili geniş yetkilerle donatılan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın başına geldi. Bakanlığın İstanbul’da yapacağı imar düzenlemelerinin, Topbaş’ı rahatsız edebileceği belirtiliyor.

ÜÇ DÖNEM TUZLA BELEDİYE BAŞKANLIĞI YAPTI
İdris Güllüce, 11 Şubat 1950 Erzurum Hasankale doğumlu. Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'ni bitiren Güllüce, yüksek lisansını Gebze Yüksek Teknoloji Üniversitesi'nde yaptı.

Üç dönem Tuzla Belediye Başkanlığı yapan Güllüce'nin, "Yerel Yönetimlerin Sorunları ve Çözüm Önerileri" adlı bir kitabı var. 23. Dönemde İstanbul Milletvekili seçilen İdris Güllüce, 24. Dönemde Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Başkanı oldu. Güllüce, evli ve 5 çocuk babası.

2013 resmine bir de 2017 de bakın !

26 Aralık 2013 Perşembe

BİLALİN ÇAĞRI KAĞIDI

SAVCILAR ENGELLENİYOR

AN İTİBARİ İLE ADALET VE HUKUK BİTMİŞTİR....

"Bundan sonra sorumluluk İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı ve başsavcı vekilindedir. Tüm meslektaşlarım ve kamuoyu bilmelidir ki bir cumhuriyet savcısı olarak soruşturma yapmam engellenmiştir."
Beğen ·  ·  · 4.2372725.69

23 Aralık 2013 Pazartesi

ÜMİT KOCASAKAL...MEŞRU MÜDAFAA HAKKI

http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=6518491360492643753#editor/target=post;postID=4562961930726711786;onPublishedMenu=allposts;onClosedMenu=allposts;postNum=7;src=postname

zarraf çağlayan hedaya saat

MEĞER ne saat meraklısıymışız.
Günlerdir ağır bir mail bombardımanı.
“Yıllardır saat yazarsın. Şimdi yazsana şu 300 bin Euro’luk saati. Meraktan çatlıyoruz. Bu kadar pahalı saat mi olur” diye.
Millet haklı.
Biz bunca zamandır zaman zaman saat yazdık ama aklımızın ucundan politik bir skandalın unsuru olarak saat yazacağımız geçmezdi.
Gerçi hatırlar mısınız bilmem, yıllar önce Fransa’da hükümeti dağıtan bir skandal patlamıştı.
Elf Aquitaine Skandalı.
O skandal da saatten değil ama ayakkabıdan ortaya çıkmıştı.
Fransa’da vergi müfettişlerininBerluti adındaki ultra lüks ayakkabıcıda yaptıkları bir inceleme sırasında her biri birkaç bin Euro’luk bu ayakkabılardan bazı siyasilere ve devlet başkanlarına hediye olarak gönderildiği ortaya çıkmış, Fransız polisi ve maliye müfettişlerinin buradan elde ettikleri ipucunu takip etmeleri sonucunda bu Fransız kamu şirketinin Afrika’da ve hatta Avrupa’da siyasetçilere yönelik büyük bir rüşvet ağı oluşturduğu anlaşılmış ve dönemin Fransa Dışişleri Bakanı olan en parlak politikacılarından birinin kariyerinin sona ermesine neden olmuştu.
Şimdi Türkiye’de de 300 bin Euro’luk saat benzer bir şekilde gündemde. Madem bu kadar merak ettiniz anlatalım.
Bakan Zafer Çağlayan‘a Reza Zarrab tarafından hediye edildiği iddia edilen Patek Philippe’in 5101P modeli, zaten yeterince pahalı olan Patek Philippe saatlerin en pahalısı değil, pahalılıkta 3. modeli.
Ondan daha pahalı iki tourbillon’u daha var Patek’in.
Biri 3939 referans numaralı Minute Repeater Tourbillon.
Yaklaşık 1 milyon Euro civarında bir fiyata sahiptir ve bulunması çok zor, çok sade ve çok güzel bir saattir.


Diğeri ise pek meşhur Sky Moon Tourbillon’dur, ki onun da fiyatı yaklaşık 750 bir Euro’dur.
Bizim politik skandalımızın içinde adı geçen ise Patek’in Tourbillon’larının en ucuzu.
Liste fiyatı yaklaşık 395 bin dolar.
10 yıl önce 200 bin dolar civarında olan fiyatı son yıllarda Çinliler yüzünden bir miktar arttı.
Gösterişi fazla olmayan, dikdörtgen formlu bir saattir 5101.
En önemli özelliği bir kez kuruldu mu, 10 gün süreyle bir daha kurmayı gerektirmeyen tek saat olmasıdır.
Ki bu aslında mucizevi bir başarıdır.
Zaten bu yüzden adı Patek Philippe 10 Jours Tourbillon diye bilinir.
Sade kadranında sadece akrep, yelkovan, saniye göstergesi ve bir de Reserve de Marche’ı vardır.
Yani kaç günlük gücü kaldığını gösteren bir göstergesi.
Kasası ve mekanizması 950k platinden yapılmıştır.
Ön camı ve arkası safirdir.
231 parçadan oluşan bir grand complication’dur.
29 yakutla mıhlanmış bir mekanizması ve toplam 11 köprüsü vardır.
Gerçekten muazzam bir saattir.
Ancak her nedense çok da tutulan bir saat olmamıştır ve 2. elleri diğer Patek’lerin aksine fazla değer kazanmamıştır.
Böyle bir saati takan tek Bakan da zannederim bizim ülkemizdedir.



Artık herkes eşekten düşmüş durumda
İÇİŞLERİ Bakanı Muammer Güler cumartesi günü aradı.
“Fatih Bey, arayayım mı, aramayayım mı diye çok düşündüm, ama kusura bakmayın aradım”dedi.
“Evlat söz konusu olunca insan duramıyor” diye de ekledi.
Epey konuştuk.
Konu yargıda olduğu için oğlunun durumuyla ilgili söylediklerini yazmayacağım.
Şu kadarını söyleyeyim, İçişleri Bakanı Muammer Güler‘le yaptığımız konuşmadan edindiğim intiba, Bakan’ın istifa etmediği, etmeyi düşünmediği ve etmeyeceği şeklinde.
Ama dediğim gibi bu bir intiba.
Yarın ne olur bilemem.
Güler“Evde 6 kasa olur mu?” yazım üzerine aramış asıl olarak.
“Haklısınız, bir evde altı kasa olmaz” dedi.
“Peki niye var o zaman” dedim.
Anlattı:
“Oğlum, ticari nedenlerle işyerini kapamak zorunda kaldı. Kendisi biraz pintidir. İşi kapatınca, oradaki eşyaların bazılarını ve kasaları da eve taşımış. O kasalar onlar” dedi.
Bakan Güler bilgi kirliliğinden ve iddianamelere asla girmeyecek birtakım bilgi ve belgelerin ortalıkta cirit atmasından şikâyet de etti.
Bakan, polisin tapelere bazı eklemeler yaptığını veya kimi konuşmaları bağlamından koparacak şekilde kesip biçerek konuşmanın anlamını değiştirdiğini söyledi.
“Polis içinde oluşumlar var. Polis bölünmüş. Polis birimleri birbirine yalan söylüyor. Polis polisten bilgi saklıyor” dedi.
“Muammer Bey, Türkiye bunları daha önce sizin de bildiğiniz bazı davalarda aynen yaşadı. O zaman herkes polisimize, savcılarımıza leke sürmeyin diyordu” dedim.
“Haklısınız, ne diyeyim” dedi.
Belli ki, eşekten düşenin halinden anlamak için eşekten düşmek lazımdı.
Güler‘e göre işin içinde bazı yabancı gizli servislerin yardımları, buralardan servis edilmiş fotoğraflar, dinlemeler de vardı.
“Muammer Bey, tüm bunlar doğru bile olsa sonuç olarak yolsuzluğu ortadan kaldırır mı?” dedim.“Asla” dedi “Yolsuzluk varsa sonuna kadar üzerine gidilsin. Ama Türkiye üzerine oynanan oyunlar da deşifre edilecek. Tüm bunları belgeleriyle, bilgileriyle ortaya koyacağız” diye iddia etti.


Kabine bu hafta değişir
GÜVENDİĞİM bir kaynak “Çarşamba veya perşembe önemli” dedi.
Benim bundan anladığım şudur.
Başbakan’ın Pakistan gezisinden dönmesiyle beraber kabine değişikliği gündeme gelecek.
Ve yine benim anladığım, çarşamba veya perşembe günü soruşturmada adı geçen bakanlardan en az ikisi, belki de üçü oturdukları koltuklardan kalkmak durumunda kalacaklar.


Kim kazanır?
İÇİMDE bir his, tüm bu olan bitenden kazançlı çıkacak olanın Hanefi Avcı ve Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım olacağını söylüyor.
Emniyet’te yapılan atamalara baktığım zaman Hanefi Avcı‘ya bir tür “iade-i itibar” yapıldığını zaten görebiliyorum.
Yakında Aziz Yıldırım‘a da bazı “iyi haberler” gelirse kimse şaşırmasın.


NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hem yolsuzlukla hem paralel devletle aynı anda mücadele edebildiğimiz zaman.

BAYRAKTAR PARA DAĞITIYOR

https://www.facebook.com/photo.php?v=468906249885760

ÖCALANA TAHLİYEMİ. Müyesser Yıldız

 Nasıl mı?
Önce “yolsuzluk savaşı” arasında, birbiriyle bağlantılı “Kürdistan-Ermenistan” projeleri konusunda gözden kaçanları özetleyeyim:
“KÜRDİSTAN”, İMRALI FOTOĞRAFLARI
Yolsuzluk krizi patlamadan hemen önce Barzani’ye yakın bir televizyonu, hava durumu raporunda Türkiye’ye ait 7 şehri “Kürdistan” haritasında gösterdi. Sadece Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’dan ses çıktı. Çıkan ses de, “Bu yapılanlar dostluğa, kardeşliğe yakışır mı? Uygun olur mu? Ben bunu ciddiye alınacak bir husus olarak görmüyorum” demekten ibaretti.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, “kesinlikle yayınlanmayacak” garantisiyle çekilmesine izin verdiği “İmralı’daki Öcalan” fotoğrafları, yolsuzluk krizinin ortasında "sızdırıldı". Bunları kimin “sızdırdığı” anlaşılamadı, lâkin Türkiye “yeni Öcalan” imajıyla tanıştırılmış oldu. Demirtaş, önümüzdeki günlerde İmralı’da çekilmiş daha iyi fotoğrafları halkla paylaşacaklarını duyurdu.
Birkaç ay önce Diyarbakır’da “Kürdistan” adını kullanan dernek kapatılmışken, yolsuzluk krizi arasında Barzani Diyarbakır’da “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”ni kurdurdu, gık çıkmadı.
Ve nihayet dünya devi arama motoru Google’dan, “çözüm sürecine” destek geldi... İmralı Cezaevi’ne sansürü kaldıran Google Earth, adanın haritadaki konumunu açık göstermeye başladı.
SOYKIRIM İFTIRASINA DOĞRU BIR ADIM DAHA
Gelelim Ermenistan cephesindeki gelişmelere:
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun geçtiğimiz hafta Erivan’a gidişi öncesi Ermenistan yetkilileri, “Soykırım anıtında saygı duruşunda bulunun” dedi. Davutoğlu, anıtta saygı duruşunda bulunmadı, ama Erivan yolunda şu açıklamayı yaptı:
“Tehciri, o dönemde yaşananları tamamıyla yanlış bir uygulama olarak görüyorum. İttihatçıların yaptığı şey doğru bir olay da değil, gayri insanidir. Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz.” 
Bu sözlerin anlamı mı? Davutoğlu’nun uçağına alıp, Erivan’a götürdüğü, Türkvatandaşlığından çıkarılmış, Konya doğumlu Fransa vatandaşı Samson Özararat, bugün Hürriyet Gazetesi’nden Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda anlamını şöyle açıklıyor:
Geçen hafta Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Erivan’a giderken söyledikleri çok önemli. Belki çok normal tehcirin tasvip edilemez olduğunu söylemek. Ama bugüne kadar hiçbir resmi ağızdan duymamıştık. Bunu söylemiş olması bence büyük bir adım. Tarihin bir parçası daha.
AİHM’İN PERİNÇEK KARARI
Geçen haftanın en önemli gelişmelerinden birisi de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, “1915 olayları soykırım olarak yorumlanamaz” dediği için Doğu Perinçek’i mahkûm eden İsviçre’yle ilgili aldığı karardı. AİHM, “Hassas ve tartışmalı konularda da fikir beyan etmenin ifade özgürlüğünün temel unsurlarından olduğunu” belirterek, Perinçek’i haklı buldu.
Hepimiz de adeta AİHM’den, “soykırım yoktur” kararı çıkmış gibi sevindik.
Zamanlamaya dikkat çekmeden önce şu hususları hatırlatmak isterim:
Doğu Perinçek ve merhum Rauf Denktaş’ın üye olduğu Talat Paşa Komitesi, soykırım iftirasını haykırmak için İsviçre’ye gittiğinde, içerden-dışardan çok tepki geldi.
Avrupa Parlamentosu Talat Paşa Komitesi’ni “ırkçı-faşist” diye niteleyip, Türk Hükümetinin bunun faaliyetlerine son vermesi yönünde karar aldı.
Doğu Perinçek’in Silivri’ye tıkılmasında, merhum Denktaş’ın “Ergenekoncu” olduğunun ima edilmesinde bu eylemin payı büyük vardı.
Gerçekler bu iken, peşpeşe Ermeni açılımları yapan, son olarak Erivan yolunda “tehciri kınayan” Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı'ndan, AİHM’in Perinçek kararından sonra evlere şenlik bir açıklama geldi. Açıklamada, “AİHM'nin kararı; Özgür, demokratik ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı toplumların temel unsuru olan ifade özgürlüğünün korunması bakımından bir ‘Milat’ teşkil etmektedir. Avrupa'nın insan hakları konusunda en yetkin yargı makamı tarafından verilen bu karar, Türk tarihini tahrife ve Ermeni iddialarını ‘gerçek' olarak kabul ederek sorgulanmasını engellemeye yönelik özellikle Avrupa'da süregelen ‘inkârcılık' yasama faaliyetlerine gerekli cevabı da vermektedir. Ümit ederiz ki bundan sonra insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne aykırı bu tür girişimler son bulur" denildi.
AİHM’DEKİ ÖCALAN DAVASI
AİHM’in Perinçek kararı gerçekten çok önemli, ama kaygı verici bir nokta var; Zamanlama.
AİHM’de teröristbaşının “ceza indirimi” talebiyle yaptığı bir başvuru bekliyor. İddialara göre, 10 yıl önce yapılan bu başvuru da bu hafta karara bağlanabilir.
Biliyorsunuz yakın zamanda AİHM, ETA üyeleri için böyle bir karar aldı ve İspanya halkının tepkilerine rağmen birçok ETA üyesi cezaevinden çıkarıldı.
AİHM’in teröristbaşının başvurusuyla ilgili de benzer bir karar alması halinde, seyreyleyin gümbürtüyü.
İnfaz Yasası’nın değişmesi, sadece teröristbaşı değil, müebbet cezaya çarptırılan tüm teröristlerin cezasında indirim, dolayısıyla cezaevinden çıkması gündeme gelebilir.
Perinçek kararını “kabul et”, Öcalan kararını “tanıma”!.. Hiç olur mu?
Olamaz” diyenler, AİHM’in 2005’te Öcalan’la ilgili aldığı “adil yargılanmadı” kararıyla ilgili olarak Erdoğan ve Gül’ün yaptığı açıklamaları hatırlasın.
Erdoğan AİHM kararı açıklanmadan birkaç ay önce Vatan Gazetesi’ne verdiği demeçte, kendilerine henüz resmi bir bilgi gelmediğini belirttikten sonra, “Partisinin MYK’sı ve Bakanlar Kurulu’nun yeniden yargılamaya sıcak bakmamasına rağmen kendilerinin eğilim yokladığını” açıkladı. Bu konuda medyadan da “gümbür gümbür destek” istedi.
Dönemin Başbakan Yardımcısı Gül ise karar açıklandıktan sonra, “AİHM’in kararlarına uymak mecburiyetindeyiz. Bu dosyayı kucağımızda bulduk. Köşeye sıkışacak olan hükümet değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olur. Herkes aklını başına alsın” yorumunu yaptı.
Türkiye’nin o günkü şartlarında, Öcalan’la ilgili kararı böylesine sahiplenenler, sonrasında da birçok teşebbüste bulunanlar; Bugün “çözüm süreci” tam gaz sürerken ve BaşbakanErdoğan yolsuzluk operasyonlarını bile “çözüm sürecine tuzak” diye anlatmaya başlamışken, hiç “Öcalan çok yattı” şeklindeki bir AİHM kararına itiraz eder mi?
Erdoğan af talep ve söylentilerine hep, “asla” diyordu. Zorunlu(!) AHİM kararıyla bu sözünde de durmuş olur işte.
Yanılmam dileğiyle...
Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler